19 Aralık 2010 Pazar

Şapşal İle Şirin

Bir zamanlar  küçücük, minicik, şirin bir kız varmış. Bu kız evinden taşındıkları için o kadar üzgün, o kadar üzgünmüş ki ne dışarı çıkıp yeni geldiği yeri ne de yeni insanları tanıyası varmış. Halbuki hayatındaki mükemmel dostlukları kuracağı yeri ne kadar çabuk tanısa o kadar iyiymiş ama bu onun farkında değilmiş. Kız yeni evlerine de alışamadığı için bilgisayarın başından kalkmazmış. Aslında başka bir nedeni daha var bilgisayardan kalkmamasının ama onu burada söylememek lazım. Bu kız arada bir kalkıp siteyi bir iki turlarmış, onda da eski evinden kalma rahatlıkları yaptığı için rahatsız edici bakışlara mahzur kalırmış. Halbuki kızın hiçbir suçu yokmuş. 


Bu kızı bir kenara bırakalım bu kızın geldiği yerde yıllardır yaşayan başka bir kıza geçelim. Bu kızda bilgisayardan kalkmazmış ama kimseyi tanımadığından değil. Aksine şehrin yoğunluğundan dolayı konuşamadığı, görüşemediği arkadaşlarıyla iletişim kurmak için oradaymış. Annesi zaten sürekli çalıştığından, anneannesiyle arada sırada vakit geçirirmiş. Boş vakitlerinde de kitap falan okur, ders çalışırmış.  Çok da şapşal bir kızmış bu sakar olduğu kadar. Yazın sıkıntıdan patlayan bu kız yeni okulun ilk günü özenle giyinmiş, çantasını hazırlamış. Açıkçası yeni arkadaşlar tanıyacağı için heyecanlı olduğu kadar,  kafadarı çıkacak mı bilemediğinden bir o kadarda sıkıntılıymış.


Bu iki kız hiç beklemedikleri bir yerde karşılaşmışlar. İkisi de başta farklı insanlarla tanışmışlar. Sınıflara geçtiklerinde  küçücük şirin olan kız, şapşal kızın önünde oturuyormuş. Şapşal olan bu kızı daha tanımadan bi ısınmış parmağıyla dürtmüş. Şirin olan kafasını çevirip gülümsemiş. "Merhaba tanışalım mı?" demiş şapşal olan. Diğeri de gülümseyerek yanıt vermiş. Bunlar böyle konuşa konuşa bu günlere gelmişler.


Bu günler nasıl mı? Bugünlerde şapşal olanın keyfi gayet yerinde. Şirin olan da çok mutlu. Başlarda şirin olanın aşk acıları varmış, şapşal olan tuz basmış. Şapşal olanda başlarda üzgünmüş biraz sıkkınmış, şirin olan ona destek vermiş, arka çıkmış. Bunların ikisi arada atışırlarmış, kimi zaman şirin olanın alınganlıkları yüzünden, kimi zaman şapşal olanın şapşallıkları yüzünden. Ama sonunda hiçbir şey olmamış gibi işi tatlıya bağlamayı da bilirlermiş. Bunlar henüz birbirlerinde kalmamalarına rağmen aileleri bile tanırmış iki tarafı da. Halbuki bunların daha birbirleri hakkında öğrenecek çok şeyleri varmış, ama ikisi de elindekilerle yetiniyormuş şimdilik. Belki de daha çok şeyi ortaya çıkarıp arkadaşlıkları zarar görsün istemiyorlarmış. Ama ikisi de zaman zaman birbirlerinden bir şeyler saklıyorlarmış. Bilmiyorlarmış ki ileride ne saklayacak bir şeyleri kalacak birbirlerinden, ne de anlatmadıkları bir olay olacak birbirlerine...


Bu iki dosttan şirin olanın bugün doğum günüymüş. Biz de dedik kutlayalım bu şirin şeyin doğum gününü. Öpelim yanaklarından. Aa, ama kimliğinde 2 ocak yazıyor bu şirinin doğum günü. O yüzden iki ocakta hikayenin devamını okumayı da unutmayalım. Sevgiler, şapşal olan. 



 Şirin olanı yer, doğum gününü kutlar, mutlu, huzurlu, şapşalla beraber nice nice yaşlar dileriz. 

6 Aralık 2010 Pazartesi

Hiperrealizm Akımı!

Yukarıda gördüğünüz bir fotoğraf değil. Evet inanmak zor, ama değil. Geçenlerde henüz ilk resmim bitmemesine rağmen, ikinci resmim için güzel bir şeyler aramaya başlamıştım. Genelde hep meyve, sebze, kadın, çiçek, böcek resimleri çizmekten yorulmuş bir insan olarak farklı şeylere bakayım dedim. Ve karşıma hiperrealizm'in önde giden sanatçılarından Alyssa Monks çıktı. Tabi bu ve bunun gibi resimlerde değil yapabileceğimi düşünmek, fırça oynatabileceğime inanmak bile saçmalık olur. Ama resmin o kadar gerçekçi olması (ki hiperralizm buna dayanıyor) aşırı derecede dikkatimi çekti. Araştırdım, soruşturdum  birkaç resim ve bilgi edindim. Şimdi bunları izin verirseniz ki verirsiniz, sizle paylaşmak istiyorum.













 Birkaç küçük ayrıntı dışında resimlerin fotoğraf olup olmadığını anlamak bi hayli zor. Bu akımı Türkiye'de de yapan var mı diye araştırdım ki varmış. (bkz. Taner Ceylan) Ama kişisel tercihlerinden dolayı dışlandığı için genelde yurtdışında çalışmalarını sürdürüyormuş. Eminim ki arkasından "Ay, o da resim mi! Resim dediğin şeyde fırça darbesi olur yahu!" diyen bir sürü çok bilmiş insan vardır. Buradan anlıyoruz ki, eşek hoşaftan ne anlar atasözü tam bize uygun. Bu kadar büyük bir yeteneği bile kaybedecek kadar akılsızsak, kim bilir daha ortaya çıkmayan, çıkmayı bekleyip uygun ortam bulamayan ne kadar çok yetenek var...


Gerçek gibi değil mi? 
 







 Halbuki bunların hepsi bir fırçanın marifetleri...



26 Kasım 2010 Cuma

Görünmez Olmak

Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…
Bu kadar kör müyüz biz? Bu kadar görmezden mi geliyoruz insanları, gerçekleri, hayattakileri? Ruhsuz robotlara mı dönüşüyoruz her geçen gün, hiç okumadığımız kitaplardan alınan internetteki sözlerin dediği gibi? Gereken değeri veremiyor muyuz, gün geçtikçe kaybolan şeylere? Bazen sadece bir saniye durup etrafa bir göz atmak gerek en azından, neler oluyor diye.  Bazen durup düşünmek, vakit ayırmak gerek yaptıklarımızın nedenleri ve sonuçları için. Bazen hiç planlamadan kafana göre bir şeyler yapmak gerek, yaşayabilmek için adam gibi. Bazen de planladığın şeylerden asla vazgeçmemek gerek,  sapmamak için doğru yoldan. Kimi zaman yüreğinin sesini dinlemek, kimi zaman mantığını takip etmek... Tek bir şeye odaklanıp diğerlerini göz ardı etmemek, her zaman olmasa da hayatı oluruna bırakmak gerek. Sadece kendi kovuğuna saklanıp olayları takip etmek değil, hayatın içine karışmak gerek. Görmezden gelmemek, görünmez olmamak gerek şu pek de adil olmayan  hayatta... 

19 Kasım 2010 Cuma

 
Ankara kadar olmasa da insanı büyüleyen bir şehir daha var, İzmir. Tamam, kabul edelim Ankara'dan daha güzel bir şehir. Gerek yaşam şartları, gerek havası olsun her şeyiyle daha yaşanabilir bir ortam var orada. Ankara'nın bu siyasi kimliğine büründüğü zamanlarda insanın oraya kaçası geliyor. Kışın bile üşütmeyen havasıyla ayrı bir tarzı var İzmir'in. Dün bir kez daha oraya gitmek için çırpındı yüreğim. Ama bu sefer ne çatlak kuzenimi görmek, ne de o buz gibi sulara dalabilmek için gitmek istiyordum oraya...


Hani eve gelirsiniz yorgun argın yiyecek bir şeyler ararsınız. Çantanızı koltuğa fırlatıp yayılırsınız bir iki dakika. Birden önünüzde parıl parıl parlayan bir nimet gelir. Dünyanın en kötü yemeği bile olsa gözünüze mükemmel derecede lezzetli görünür o. Ben de giderdim babaannemin evine ama o kadarda aç değilken. Bakardım ne yemek var diye, barbunya! Hayır, çok sevdiğim bir yemekte değil kendileri, ama mecbur yemek yemek zorundayım. Otururduk o küçücük taşınabilir masaya yatak odası kadar genişlikteki odada. Küçük olduğuna bakmayın gerek televizyonun üstündeki fotoğraflar, gerek dolabın üzerindeki oyuncaklar olsun öyle bir sıcaklık katar ki o odaya! Beklerdik elimizde çatal, kaşık yemek gelsin diye. O masaya çatal kaşıkla vurunca çıkan sesten de pek bi haz alırdık. Barbunyayı görünce önce büzüşürdü suratım, her ne kadar babamla annem ağzıma iki lokma doğru düzgün yemek girecek diye sevinse de... Sonra o eşsiz lezzet gelirdi masaya. Özel kavanozundan daha yeni çıkmış, yemyeşil misler gibi bir tabak dolusu turşu! Aman Allah'ım! Hayatımda yediğim en güzel turşular onun parmaklarından çıkma, yediğim en güzel barbunyalar o turşularladır. O turşular kavanozlara tek tek koyulur, dışarıda soğukta bekletilir, limonlanır mı artık ne yapılıyorsa yapılır, sonunda sofraya küçük bir tabak içinde gelerek o maceralı yolculuğunu sonlandırırdı. Dünyanın çikolatasını getirseniz bana, babaannemin elinden çıkma bir tanecik turşuya değişmem. Sırf o turşuları yemek için hapur hupur götürdüğüm kaç tabak barbunya bilirim ben. Midem ekşise bile ömrümün sonuna kadar yiyebilirdim o turşuları, hiç durmadan...

Bir de bahçesi var o evin, ama baya geniş. Kocaman bir dut ağacı vardı orada. Gittim mi yere düşen ezik büzük dutları bile yemeden duramazdım. Bahar geldi mi bir güzel yeşillenirdi ki, ta ikinci katın balkonuna kadar uzun mu uzun bir şeydi.  Babaannemle Ilgım da gelince aşağıya inerdik akşamüstüne doğru, zıplaya zıplaya ağaçtan dut koparma çabası içine girerdik. Anahtarı yüz kere isteyip bi yukarı çıkar bi aşağıya inerdik. Hayır nasıl yorumlazdık onu da anlayamıyorum, süper enerjili turşulardan olsa gerek. Soğuk oldu mu yukarı çıkar yine o turşulu sofrada sıcacık çorbalarımızı yudumlardık. Geçmiş zaman kullanıyorum çünkü ne o ağaç yerinde şimdi, ne de sıcacık çorbalı sofralar...

O turşu yapan ellerin, bize bakan gözlerin dert görmesin dedim yıllarca. Ama hastalık bu işte, kimi nasıl bulacağını bilemiyor insan. Belki de en iyisi diyorum şu anda bu, acı çekmiyor artık. Ama bir tarafım hasta olduğun günden beri kan ağlıyor, turşularını arıyorum. Sırf turşularını değil sesini, gülüşünü, bağırışını bile özlüyorum. Bugünse tamamen kaybettim kendimi, o kadar çok üzülüyorum ki. Belki ağlamıyorum hüngür hüngür, belki de ağıtlar yakmıyorum evde. Ama içimden öyle bir acı yaşıyorum ki kimsenin tahmin değil akıl bile erdiremeyeceği bir şiddette. Huzur içinde uyu babaannem, az derdimizi çekmedin Ilgım'la benim, az turşular yapmadın kavanoz kavanoz bize ve az ağlamadın belki de benim için... İzmir seni bekliyordu belki de, rahata kavuşabilmek için. Biliyorum ki daha huzurlusun şimdi, görmesem de göremesem de biliyorum. Orada olmayı gerçekten çok istiyorum ama gelemiyorum. Tüm dualarımı gönderiyorum İzmir'e, sen rahat uyu diye.








Turşularına hasret, sesine kurban, seni her zaman sevecek olan biricik torunun Sıla...

15 Kasım 2010 Pazartesi

"Birgün Herkesin Bir Gitarosu Olacak!"

 Bahsettiğim şeyden az buçuk anlamışsınızdır her halde. Evet, son zamanların moda oyunu Guitar Hero. Aslında beş yaş ve üzeri seviyeye hitap eden bir oyun olarak neden bu kadar ilgi çekti bende anlamış değilim. Tek yaptığınız iş ekranda gelen renklere göre tuşlara basmak. Hayır, ben beş yaşındayken kitabın kenarında düğmeler vardı, basardık, öterdi. O zamanlar daha mı kolaydı ki hayat?





Her neyse, ben kuzenime geldiğinden beri bu guitar hero'ya takmış bulunmaktayım. Bir de gitmiş metallica'sını almış, oh bal dök ye. Oynadım oynadım, usanmadan aylarca oynadım. Sonunda devede kulak bir başarı elde ettim şükür. Ama o kadar oynayıpta neden hala sıkılmadığımı bir türlü anlayamadım. Bir süre sonra insanda bağımlılık yapıyo. Halbuki o kadar abartılacak bir şeyi de yok. Expert'e (son seviye olmaktadır ama plus da var sanırım, henüz oralara ulaşamadığımdan tam bilemiyorum) geçenleri takdir etmek lazım elbette ama, zamanınıza yazık yahu. Eskiden (yine eskiye bağladım ama...) biri çıkar ben gitar çalıyorum derdi, "ooo kanka havalısın" derdik. Şimdi biri çıkıyo ben gitar çalıyorum diyo "peh!", ama ben guitar hero'da expert plus oldum deyin, "Adam plus beyler, dağılın."  sesleri duyulur. Teknoloji devri diye boşuna dememişler.


İşte velhasıl, ben bu oyuna çok sardım dedim ben de bir tane alsam mı ne yapsam. Ama playstation3 ya da 2 lazım ondan da bende yok. Oturduk zey’le hesapladık, baktık kesenin ağzı o kadar açılmaz, hayallerimiz çerçevesinde muhabbete daldık. Sonra teyzem bir gün dedi “Bunun bilgisayar uyumlusu yok mudur?” Araştırdım veeee…. Buldum kii! Valla ne yalan söyleyeyim paketi açınca ne havai fişekler patladı ne de alkış sesleri duyuldu. Sadece o turuncumsu sarımsı rengiyle sonbaharın güzelliğini yansıtan (ne alakaysa) gitarla ben göz göze beş dakika boyunca bakıştık. Bilgisayarda denemem gerektiğini anladığımda çok geçti. Tüm hevesim rokete binip uzaya doğru tam gaz yol almış, uçmuş, kaçmıştı. Derler ya buldun da bunuyorsun, öyle oldu birazcık. Ama tuşlara basmaya başlayınca iş değişti tabi. Hele o karakter yaratma kısmı yok mu? Tüm hevesim saklandığı yerden çıkaraktan geldi ve kırk saat beni bilgisayarın başına kilitledi. Haftaya 8 sınavı olan biri olarak, kendime ne kadar kızsam az. Bir de üstüne üstlük bir arkadaş "Gitar Heroist" demez mi bana, iyice bağımlı hissettim kendimi. Ama sonunda dur demeyi başardım ve işte buradayım! Hem de dil ve anlatım çalışıp da geldim! :D


O yee, turuncuya da basabiliyorum "I'm a king" diyen bir arkadaşın çektiği fotoğraf




Siz siz olun, sınav haftasından önce ne kadar muhteşem ve mükemmel ötesi olursa olsun, ne kadar çok isteyip bayılsanız bile, sizi çoğu şeyden saatler boyu alıkoyacak, size harika yeni bir dünya fırsatı sunacak ama bir o kadar da gerçek hayattan soğutacak bir oyunu hele de renkli renkli insanı çeken tuşları, birbirinden güzel ses çıkaran fonksiyonlari ve bir de sizi çok büyük bir iş yapıyormuş gibi hissettirecek gitarı varsa, aramayın, bulmayın, satın da almayın.

9 Kasım 2010 Salı

İmkansızı Başarmak


 Çok klasik bir başlığı var belki bu konunun. Belki de uzunluğuna bakıp gözünüz korkacak, okumayayım ya ne olacak diyeceksiniz. Ama şu güne kadar blogumda yayınladığım en önemli ve okunması gereken yazılardan biri bu. Yeni bir kitabın başını okuduğunuzu düşünüp birkaç dakika göz atmanızı isteyeceğim sadece.


Genelde eğlenceli ve saçma konularla okuması zevkli bir blog hazırlamaya çalıştım şu güne kadar. Kabul etmeli ki bazı bloglar ağzına kadar boş yazıyla dolu oluyor. İnsanın ilk bakışta okuyası gelmiyor. Belki bu blogta bazılarına öyle gelmiş olabilir şu güne kadar. Hatta bu yazıdan sonra belki "amaaan be çok can sıkıcı" diyecekte olabilirsiniz. Ama bunu yazmasaydım, dışarıda yüzümde kocaman bir gülümseme ile dolaşamazdım artık.


Hiç yeter artık bu ne biçim hayat dediğiniz oldu mu? Ya da tüm sorunların üstünüze üstünüze geldiği? Kimisi için sınav haftası işkenceden beter bir derttir, kimisi içinse bir türlü çözüme ulaşamayan sevgili sorunları. Kimisi için ailesi hayatı çekilmez yapar, kimisi ailesi olmadığı için hayatı kendine zindan eder. Ama hiç düşündünüz mü bazı sorunların yanında bunların ne kadar küçük kaldığını? Derler ya kelimeler bile anlamsız kalıyor şunun yanında, bu cidden insana dertlerini unutturacak, benimki de dert mi be dedirttirecek bir yazı.



Nick Vujicic, dünya üzerinde görüp görebileceğiniz en muhteşem, en dayanıklı, en mükemmel adam. Belki de insanın yapabileceği şeylerin sınırı olmadığını gösteren en büyük kanıt. O, hepimizin aksine hayata yarı eksik başlayan biri. Annesi de babası da, hayatta onun yanındaydılar. İki tane senin, benim gibi bir kız bir de erkek kardeşi vardı. Ama o, aynada kendisine baktığında neden farklı olduğunu sorguluyordu. Okul bile okuyamayacağını düşünüyordu başta... O hayata doktorların bile hala açıklayamadığı bir nedenden dolayı iki kol ve iki bacağı eksik halde başladı. 



Küçükken bize o yeni çıkan en pahalı oyuncaktan alınmıyor ya da o tadını çok sevdiğimiz renkli şekerimiz yere düştü diye ağlardık. Bazen de sırf ağlamak için ağlardık durmadan. İşin ucunda istediğimizin şeyin olduğunu bilerek avazımız çıktığı kadar ağlardık. %80 istediğimizi elde ederdik de. Ama o ne kadar ağlarsa ağlasın istediği şeyleri asla elde edemedi. Elde edememesine rağmen pes de etmedi. Gün geçtikçe umutlarına umut katarak bir adım daha ilerledi. Yapamayacağım diye endişelendikleri şeyler birer birer kaybolmaya başladı. Kolları ve bacakları olmamasına rağmen desteği tamdı. Asla yılma, düştüğün zaman ayağa kalk deriz zor bir durum karşısında. Halbuki bunu ona söylemek o kadar da kolay değil. Onun düştüğü zaman onun kalkmasına yardım edecek uzuvları yok. Bedenini doğru kullanmasını öyle bir şekilde öğrendi ki, şimdi yüzüyor, golf oynuyor hatta balık bile tutuyor. Üstelik bunlar en sevdiği hobileri. Normal insanların yaptığı çoğu şeyi o da yapabiliyordu artık. Hatta ritim duygusu kimimizinkinden daha da gelişmişti. O da anlamıştı, hayatta hiçbir şeyin imkansız olmadığını...


Bizim kendi kendimize yoktan var ettiğimiz limitlerimiz vardır. Aslında kimisi için çok kolay olan bir şeyi kendimiz için imkansız, ulaşılmaz görürüz. Tüm canlılardan üstün olduğumuzu kabul edip tekrar bakmak gerek istediğimiz şeye bazı zamanlar. Tanrı'nın bize verdiği gücü yok saymaktan başka bir şey değildir başaramamaktan korkmak. Sahip olduğumuz muhteşemliğin farkına vararak, tüm gücümüzle inanırsak elde edemeyeceğimiz hiçbir şey olmayacaktır.


Şimdi şöyle bir gözlerinizi kapatın ve şu hayatta en çok istediğiniz şeyi düşünün. Belki çok anlamsız bir şey, belki henüz kimsenin ulaşamadığı bir şey. Sadece ona odaklanın. Şu anda size imkansız gelen şeye, belki yıllar sonra bakıp güleceksiniz. Geçmişte çok kolay elde edebileceğiniz bir şeyde şimdi çok zor görünecek belki. O zaman oturup bu adamın hayat hikayesini bir kez daha okuyun ve alttaki videoyu izleyin. Ne kadar büyük bir dünyada ne kadar küçük ve anlamsız sorunların içinde tıkılıp kaldığınızı o zaman anlayacaksınız...


 

6 Kasım 2010 Cumartesi

LOVE SUCKS!



Yine Vampire Diaries'in son bölümünü izleyip merak ve sinir içinde bir yandan da ağlamaklı olarak karşınızdayım. Açıkcası şu dizi hakkındaki düşüncelerimi hep bir yere dökmek istemişimdir burasının en uygun yer olduğunu düşünüyorum şu an.  Klasik bir vampir dizisi değil bu. Öyle Twilight'daki gibi güneşe çıkınca "shinee shinee!" vampirler yok burada. Ya da biri elma, armut ya da portakalı yere atıp eliyle tutup ayağıyla falan sektirmiyor. Biliyorum hayal kırıklığına uğradınız şu an ama VD'nin kitaplarının twilight'dan da önce yazıldığını belirtmek isterim. Aradaki benzerlikler için özenti demeden önce iyi düşünün derim yani.



Elena dünya üzerindeki en salak insan sıfatını layıkıyla yerine getiriyor diyerek başlamak istiyorum yazıma. Bir insan damon gibi hem dışı, hem de içi taş, taş ötesi bir insan dururken neden stef gibi yumuşacık jelibon misali bir arkadaşı seçer, anlayamıyorum.Böyle iki erkek tarafından poh pohlanan kızların kafası embesil oluyo azıcık. Ayrıca bölümde Elena'nın olmadığı sahnelerde eskiden Damon safceğiz bir yavruyken Stef'in onu vampire çevirdiğinden dolayı dile getirdiği üzüntüyü de görebiliyoruz. Ki burdan çıkaracağımız sonuç, Stef'in ne içi ne de dışı iyi. Hangi insan (hadi size kıyak vampir diyelim) kardeşine o acıyı yaşatır, akıl mıdır bu? Tabi o acıyı biz hiç yaşamadığımız için bilemeyeceğiz sadece dizilerden ve filmlerden gördüğümüz kadarıyla asla vampir olmamak gerektiğini, çok ama çok acı verdiğini biliyoruz. Ama ben öyle Damon gibi bi adam gelecekte, vampir yapmak için ısıracak ve buna hayır diyecek bir kız tanımıyorum. Ne acı pahasına olursa olsun özellikle kız grubunun hepsi seve seve kabul edecektir.



Her neyse konu sapıyor, bölüme dönelim.Her bölümün sonunda olduğu gibi bu bölümde haftaya kadar bizde tırnak bıraktırmayacak, saç yoldurtacak bir sonla bitti. Bi kere de şöyle bi şok edici final olmasın dişimi kırarım. Gerçi o zaman diziyi de izlemeyi bırakırım ya neyse. Ama ilk bölümler böyle değildi bu dizi, daha az atraksyonluydu şimdi iyice bi azıttı. Her bölüm yok bir sır açığa çıkıyo, yok o bunun görsel ikizi oluyo, yok onunla bunun arasındaki aşk alevleniyo... Yeter ama bizdeki de kafa di mi? Şöyle her şey bi süreliğine oluruna varsa, güzel güzel dizimizi yüzümüzde kocaman bir gülümsemeyle izlesek... Ama nerde! Her bölüm illaha o ağzı kocaman açtıracaklar, biz diziyi izlerken çıkardığımız garip seslerden dolayı ailemizin bize ürkünç gözlerle bakmasına neden olacaklar. O vampirceğizin kafası koparken içim gitti bunu da belirteyim. Kazık saplanmış vampir yaşar mıymış yahu diye bağırdığımda anneannemin beni deli sandığına yemin edebilirim. Hayır yani bu işin altından bi yüzük, müzük ya da kolye falan çıkmazsa olan benim güzel beyinceğzime olacak. Ne saçma iş yahu? Kazık yiyen her vampir geberir gider. Tüm vampirler mezardan mı dirilecek şimdi?



Gelelim o acıklı, içler parçalayan sahneye. Allah seni bildiği gibi yapsın Elena diyorum başka da bişi demiyorum. Böyle dediğime bakmayın diyecek çok şeyim var. Bu bölümde çocukları ekrandan uzak tutmanızı tavsiye ederim. O "pırasa" saçlı Elena'mız o "cici" pijamalarıyla yavaşça tuvaletten odasına doğru süzülürken Damon'ı görünce neden bön bön bakar? İnsan bi tepki verir di mi? Anca işi düşünce, elindeki kolyeyii görünce paçaları tutuşuyo hanımefendinin. Damon'da yazık saf çocuğum benim anca ümitleniyo o tepkiyi görünce. Hele o Elena'yı kurtardığı zaman ümitli gözlerle ona doğru koşup sarılmasını beklerken Stef'e sarıldığını görünce yüzünün aldığı halden bahsetmek bile istemiyorum, çok içime işledi. Ne olurdu eski Türk filmlerindeki gibi mutlu mesut uzunca bir yolu koşup birbirlerine sarılsalardı? O değerli sözcükleri Elena'ya karşı boşuna tüketirken de gözlerinin buğulandığını görmemek imkansızdı Damon'ın. Elena yine bön bön bakarak ortamın içine etse de Damon çok güzel kurtardı o sahneyi sağolsun. Unuttururken gözünden süzülen bir damla yaştan anlıyoruz ki Damon'da salakmış. Kath'e bile ağlamamıştı Elena'ya ağlıyor. Hayır, Kath'de salak tamam Stef'in yumuşaklığına kanmış ama en azından kurnaz bir kadın. Damon'ı öyle görüp salak demek her ne kadar içimden gelmese de, diyorum işte. Elena Damon ortadan kaybolunca şöyle bi etrafına, pencereye falan baktı. Al işte kalırsın öyle mal gibi demeden geçemedim. Birazcık olsun aklını kullanıp yatağa oturmayı hesaplayabildi en azından buna da şükür. İnşallah Damon'la konuşmadan önce mine çiçeği almıştır da o Damon'ın sözleri kafasına çiviyle kazınmıştır, işalla işalla dinimiz amin.



Bu yazıda Elena'yı bu kadar aşşağıladığıma bakmayın Nina'yı çok severim hatta taparım. Çok hoş ve güzel olmakla beraber çok güzel moron rolü de yapar kendisi. (bkz. Elena.) Diziyi izlemeyenler için bu yazı pek anlaşılır olmayabilir ama yine de okurken keyif aldığınızı umuyorum. Bir dahaki bölümde görüşmek üzere!

3 Kasım 2010 Çarşamba

Youtube Yine Mi Gittin Güzelim?

Hepimizin bildiği gibi iki gün önce falan youtube açıldı diye hepimiz göbek atıyorduk. Artık videoları rahatça izleyebileceğimiz, her istediğimizi bulabileceğimiz bir sitemiz vardı. Aslında eskiden beri vardı o site ama sonunda engeli kalkmıştı ve rahat rahat girebiliyorduk. Biz mutlu mesut, hiçbir şeyden habersiz çiçeklerin arasında uçarken site kendi içinde bir takım karmaşalarla boğuşuyordu. Sonunda geldiği gibi iki gün sonra gidiverdi. Daha izlemeye doyamadan giden bu acı kaybımız, büyük ihtimal bir daha gelmeyecek. Gelirse de bi 2,5 yıl daha bekleriz.

Youtube'a elimizde gözyaşlarıyla ıslanmış mendillerle güle güle derken, yeni video siteleri seçenekleri sunuyorum size.



Burayı kesin biliyosunuzdur.

Burayı bilmeyen ölsün.

Bu da bilinir acıcık. 

 Ohoo, bu da bilinir.


Dipdipnot: Bende hala youtube açılıyo arkadaş, ne iş? :D 

2 Kasım 2010 Salı

BODY WORLDS TÜRKİYE

Ne body'miş ne world'müş arkadaş. Anamı ağlattı resmen. Şimdi her yıl düzenli olarak okulda yapılan geziler vardır bilirsiniz. Gerek Çanakkale gibi tarihi niteliği yüksek, gerek Antalya gibi kop kopu dehşet olan yerler gezilir. Ben de yıllardır bu gezilere katılmak için yırtındım durdum ama hep küçüksün dedi annem. Sonunda bir gezi için izin koparmayı başarabildim ama sormayın bunu yaparken neler çektiğimi.

İstanbul'a düzenlenecek olan bu gezi başta çok klasik gelebilir diğer güzelim iller duruken. Aa İstanbul'a tatilde bile giderim ki ben, İstanbul pırt, çok tanınmış yaa ora diyebilirsiniz. Ama asıl ama bi müzeyi gezmek. Müze BODY WORLDS adı verilen dünya çapında bi çalışma. Aslında Ankara'ya da getireceklermiş ama yeterli alan bulamadıkları için İstanbul'la sınırlı kalmış bu müzecik. Burda ölmüş insanların derilerinin yüzülmüş halleri var. Evet, böyle söyleyince son derece rahatsız edici ve mide kaldırıcı biliyorum ama bir nevi organ nakli gibi düşünün. Bu insanlarda kendini bilime adamış. Kadavralar üzerinden insan kasları ve vücut yapısı anlatılıyor. Tıp okumak isteyen ya da küçüklüğünden beri tıp tıp tıp okucam lan ben diye tutturup şu anda son derece kararsız olanlar için mükemmel bir müze. Mesleğim konusunda çok büyük etkisi olacağına inandığım bu müzenin sadece İstanbul'da olması son derece üzücü. Ama hazır İstanbul'a gitmişken gezilecek yer de çok demişler, Topkapı , Boğaz turu falan da katmışlar. Tek sorun Aralık gibi poponuzun dışarı çıkınca buz tuttuğu bir ayda olması.


Ben bu müzeyi bi araştırayım bakayım dedim google amcaya danıştım. Karşıma çıkan dehşet görüntülerden bahsetmeye gerek bile duymuyorum çünkü sizinde google'a body world yazıp bakıcağınızı biliyorum. En beğendiğim kısımlardan biri Yaşam Döngüsü kısmı oldu. İsterseniz şöyle alttaki yazıya bi göz atalım.

BODY WORLDS Yaşam Döngüsü sergisi ögeleri ve yerleştirmeler aşağıdaki sırada ilerler....
Olağanüstü Dehanın Yürek Burkan Eseri – Hücre bölünmesi hakkında bir multimedya gösterisi ile iki haftalık ile neredeyse dokuz aylık arasında değişen tarihi anatomik koleksiyonlardan alınmış ve plastine edilmiş hayret verici embriyolar ve ceninlerden oluşan bir seçkiyi kapsayan, döllenmeye ve doğum öncesi gelişme sırasında “yaşlanmaya” sarsıcı bir bakış. 

Smells Like Teen Spirit – Genç insanların yaratıcılığına bir övgü. Beynin bebeklikten çocukluğa ver ergenliğe kadarki gelişimine ve ergenlerin sanat, müzik, moda ve teknolojiyi etkileyen risk ve orijinalliğe olan düşkünlüklerine bakar. 

Sanatçının Bakışı – doğumda ve yaşamın ilerleyen bölümlerindeki görme duyusu ve görüşe dair çarpıcı bir teşhir. Göz hastalıklarından –katarakt ve retinal göz hastalığı- muzdarip Empresyonist ressamlar Claude Monet ve Edgar Degas’ın görüşünün bilgisayarlı simülasyonlarını sunar. Stanford Üniversitesi Oftalmoloji Profesörü Dr. Michael Marmor’un uzmanlığına başvurularak yaratılan teşhir, Monet’nin Giverney manzaralarının yaratımı sırasında karşı karşıya olduğu sorunlar ile Degas’nın Saçını Kurulayan Kadın tablosunu etkileyen görme sorunlarına ışık tutar. 

Asırlıklar Köyü – dünyanın farklı yerlerinde, yaşayan en yaşlı insanların bulunduğu coğrafi kümeler –Japonya’nın Okinawa bölgesinden, Sardinya’daki Ovodda’ya ve Pakistan’ın Hunza bölgesine kadar- hakkındaki bulguları sunar. Bu bölgelerde yaşayan ve uzun ömrün ne anlama geldiği hakkındaki kabullerimize kafa tutan bu insanların, bizlere de bir şeyler öğretebilecek ortak vasıfları ve yaşam tarzı uygulamaları olduğu görülmüştür.



İsimlere dikkat çekerim özellikle ikinciye. :D Cidden çok hoş ve gezilmesi gereken bir yer olduğunu düşünüyorum açıkcası. Anneanneme annemi ikna etme çabaları için de çoook ama çok teşekkür ediyorum. Umarım hayırlı bi yolculuk olur güzelce gidip güzelce döneriz. İstanbul'da olup da bu müzeyi gezmeyenlere de "salak" diyerekten yazıma son veriyorum.

Eğer sitesine şöyle bir göz atmak isterseniz buraya tık tık.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Kahrolsun Heather Morris!

Üç gündür işim gücüm yok tabi, sınavım da yok (ne sınavı ya?) benim youtube'un açılmasıyla saldırdım gLee videolarına. Elbette ilk işim göz bebeğim Heather'ın videoları oldu. Heather kim diyeceksiniz, Heather bal gibi, bir içim su... Heather Beyonce'un arkasındaki değerli sayısız dansçıların en mükemmeli... Heather dört mevsim açan ve hiç solmayan bir çiçek. Heather bi tane. İdolümsün Heather!!

İşte efenim bu güzelim kızın bir videosu var ki Beyonce'un klasik hareketlerinden birini öğretiyor. Benim de işim gücüm yok ya (!) inat yaptım o hareket bütününü öğrenmeye. Üç gündür azimle çabaladım durdum ve sonunda başardım. Üzerinde biraz oynanması gerekiyo ama sonunda yaptım tüm hareketleri ezberledim çok çok şükür. Her ne kadar boynum tutulmuş, belim kırılmış (:P) ve kollarım ağrıyo olsa da cidden buna değdi! Bu şarkıya zaten hareket arıyodum şimdi cuk diye oturdu kelimenin tam anlamıyla ÇOHOŞ oldu yani.  O muhteşem hareketleri benim nasıl yaptığımı büyük ihtimal asla göremeyeceksiniz. Ama Heather'ı görün ona göre kafanızda bana uygulayın işte bare diye videoyu da buracığa bırakıyorum. 
 

Queen E!

Blogumun oluşmasında acıcıkta olsa katkısı olan, bi faydası dokunan, şöyle bi göz atıp kaçan, büyük ihtimal bu yazıyı da okumayacak olan bir arkadaşa gidiyor bu...


Sarı ipekimsi saçları, eşek kadar gözleri var onun... Elinden hiç düşürmediği yemyeşil, büyük ihtimal dişleriyle parçalanmış kağıtla sarılı, altı tırtıklı bir soda şişesi var onun... Ona son derece +18 bir hava katan cetveli de unutmamak lazım. O cetveli dişler, dişler, dişler... O cetvel bi gün kırılacak da bi yerlerine girecek diye umuyorum. Sonra bi de ice tea'si vardır, gider limonlusunu içer zevksiz. Luke adını verdiği hayali bi karakterimsi bişi var. Bana da yapmaya çalıştı ama herkesin hayali karakteri kendine tabi benimkini yapamadı. Ucubik fantezileri olan, benden yaşca küçük, boyca da küçük biri bu. Ona hazırladığı o 400x220 küçücük tabelamsı şey için teşekkür ediyoruz.

We love you Queen E!


Büyük ihtimalle haftanın yoğunluğundan sıkılmış, bilgisayarda gezerken rastgele rastlayacaksınız bu siteye ve bu yazıya. Bakacaksınız adı da bi garip, bi göz atayım belki bilmediğim şeyler vardır, yeni şeyler falan öğrenirim diyeceksiniz. Tıkladınız mı başlığa pıt pıt atacak yüreğiniz merakla acaba ne var bu başlıkta ayrıntılı olarak diye. Okurken garip surat ifadeleri ile eşlik edeceksiniz bu yazıya. Ya da ben size buranın adresini vericem, siz yazıyı göreceksiniz ve belki bu satıra kadar dayanamayıp okumayı bırakacaksınız. Evet, ikincisi daha mantıklı. 




İnsan hayatı boyunca amacını tam olarak saptayamamış, ya da belirlediği amaçlardan sürekli olarak sapıtılmış bir varlıktır. Diyeceksin bana felsefe yapma arkadaş, ama girişi böyle yapabiliyorum ancak. Kimisi amaçsız sürünür face'lerde, twitter'lar da ya da köprü üstlerinde... Kimisi en tepededir her zaman, bok gibi para kazanır, popisi tavan yapmış, kıskanılan insan tipidir. Büyük ihtimal ben amaçsızca sürünen mö tiplerden biriyim. Ne arabam var altımda, ne evim; ne popim çok yüksek gören selam verir, ne de paraya money derim. İlk bakışta mö'ye benzetmemiş olabilirsiniz. Dikkatli bakın ikinci sefer aradaki farkı daha rahat anlayacaksınız. 


Şimdi ben bu amaçsız blogu çok ters bi zamanda açtım aslında. Bu hafta başlayan ve ardı ardına bombardıman halinde devam eden bir dizi sınavım var şu sıralar. Araya bi bayram giriyo, büyükleri ziyaret, paralar cebe cuppa falan, sonra tekrar sınavlar. Yani şu yoğunluğumun arasında oturup blog açtığımdan dolayı bir alkış isterim. Umarım buraya arada sırada göz atabilir, rpg'den alıntı yazılarımı falan koyabilirim. Blogta neyi paylaşırsam daha çok hoşunuza kaçar, aa şu kızın bloguna bi girip bakayım çok da özledim keretanın paylaşımlarını derseniz, yazıverin onları bi zahmet ben de ona göre hareket edeyim şu daracık zaman dilimimde. Anonimlere açtık yorumu diye de sapıtmayın, küfür ya da hakaret içerikli şeyler de yazmayın bi zahmet adam gibi rica ediyorum. Bu yazıyı okuyupta sakın bu ne be okunmaz bunun yazıları da demeyin çok pis morartırım sizi ona göre.  Beyin bedava olunca, delilik sınır tanımıyo arkadaş.


Bal Böcegi

Seyyah oldum dolaştım şu alemi, ah güzelim
Senin gibi bir vefasız görmedim ben
Hayırsızı kitapsızı zalimi bal böceğim
Senin gibi bir insafsız görmedim ben
Şu dağlarda çiçek oldum aşkından sarardım soldum
Bakmadın bana bal böceğim
Yollarında toprak oldum sen bastıkça ben kavruldum
Görmedin beni bal böceğim

Seni gidi bal böceği
Kim çözecek bu bilmeceyi
Ateşte yanar pervane ben oldum derdinden divane
Hele gel yine gel bir gece vakti koynuma gel
Hele gel yine gel bir gece vakti koynuma gel
Ama benim adım bal böceği
Bekleyemem ben bu geceyi
Gelirde koynuna girerim ama
Sonrada batırırım iğneyi
Hele gel yine gel ben razıyım dön bana gel
Hele gel yine gel Bir gece vakti koynuma gel
Ama benim adım bal böceği
Bekleyemem ben bu geceyi
Gelirde koynuna girerim ama
Sonrada batırırım iğneyi

Nedir bu çektiğim senin elinden ah güzelim
Kurtar beni elalemin dilinden
Bıktım usandım o bitmez nazından bal böceğim
Sabır teli koptu gönül sazından
Şu dağlarda çiçek oldum aşkından sarardım soldum
Bakmadın bana bal böceğim
Yollarında toprak oldum sen bastıkça ben kavruldum
Görmedin beni bal böceğim
 
Barış Manço'yu saygıyla anıyoruz...